SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İLE İLGİLİ EFSANELER VE GERÇEKLER
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İLE İLGİLİ EFSANELER VE GERÇEKLER
10 January 2023

Sürdürülebilirlik, tanım(lar)ı gereği birçok farklı şekilde algılanabiliyor. Kimi çevreler ve şirketler sürdürülebilirliği yalnızca kurumsal sosyal sorumluluk (KSS) anlayışı temelinde değerlendirirken, kimileri ise iş modelinin olmazsa olmaz bir parçası olarak tanımlıyor. Bilinen en yaygın haliyle ise günümüzün gereksinimlerini karşılarken, gelecek nesillerin kendi gereksinimlerini karşılamalarından alıkoyulmaması1şeklinde kullanılan sürdürülebilirlik tanımı, aslında “Sürdürülebilir Kalkınma”yı anlatıyor. Her ne kadar, bu tanım yaklaşık son 30 senedir bu haliyle tarih sahnesindeki yerini almışsa da, günümüzde kalkınmanın sürdürülebilir olamayacağını söyleyen bilim insanı, araştırmacı, filozof ve ekonomistlerin sayısının bir elin parmaklarından bir hayli fazla olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu çalışmada ise, çelişkili, eksik ve günümüzde karşılık bulamayan tanımlar yerine, sürdürülebilirliği “insanların ve dünya üzerindeki diğer tüm canlıların devamlı serpilme/ilerleme/gelişme olasılığı”olarak ele alacağız2. Bu tanımdan yola çıkarak, kamuoyunda doğru olarak bilinen yanlışlara bakalım.

Hazırlayan: Ahmet Eren Öztürk, S360 Sürdürülebilirlik Danışmanı

1. Sürdürülebilirlik, çevre ve yeşil ile ilgilidir.

Sürdürülebilirlik, özünde finansal, ekonomik ve sosyal açılardan da şirketlere fayda sağlayabilecek bir yaklaşımdır. Özellikle kaynakların kısıtlı hale geldiği günümüzde, yatırımcılar artık şirketleri sürdürülebilirlik risklerini yönetme yetenekleri yönünden de değerlendiriyor ve yatırımlarını buna göre şekillendiriyor. Öte yandan, sosyal anlamda şirketler üzerindeki baskı her geçen gün artıyor. Tedarik zincirinden son tüketiciye kadar, değer zincirinin tüm basamaklarında sosyal fayda yaratmaya çalışmanın öneminin her geçen gün arttığını gözlemliyoruz. Gerçek anlamda sürdürülebilirlik, tüm bu risk ve fırsatları yönetmeyi; finansal açıdan yarattığı değer kadar, sosyal açıdan da toplumsal faydayı gözeten iş modellerini öneriyor. Bu pencereden baktığımızda sürdürülebilirliğin, sadece çevre koruma ve yeşil ürün/hizmet yaklaşımının oldukça ötesinde yer aldığını kolayca görebiliriz. Hatta, şirketlerin son zamanlarda bilerek ya da bilmeyerek sıkça düştükleri bir yanlış olan “Yeşil Badana”nın3da bu yanlış anlaşılmanın bir sonucu olarak yaygınlaştığını söylemek mümkün.

2. Sürdürülebilirlik uğraşları pahalıdır ve şirketlere ek maliyet getirir.

Sürdürülebilirlik ile ilgili çalışmalar ve gerçekleştirilen yatırımlar ilk bakışta ve kısa vadede masraflı ve pahalı görünebilir. En temel amacı ‘daha fazla kar etmek’ olan şirketlerin bu konuya mesafeli yaklaşmaları da doğaldır. Tam da bu noktada fark etmemiz gereken zaten sürdürülebilirliğin vaat ettiği ve şirketlerin iş modellerine eklemlendirmeye çalıştığı şeyin bu uzun vadeli bakış açısı olduğudur. Yani başka bir deyişle, en kolay görünen ve kısa vadede gerçekleştirilebilecek çözümler yerine yapısal, kapsayıcı ve stratejik çözümlere odaklanmamız orta ve uzun vadede daha anlamlıdır. Dolayısıyla, şirketlerin kısa vadeli düşünme anlayışını bir kenara bırakıp yapılan bu yatırımların orta ve uzun vadede finansal, sosyal ve çevresel sermaye olarak geri döneceği gerçeğini fark etmeleri önemlidir.

Yakın zamanda yayımlanan bir araştırmaya göre sürdürülebilirlikten kar eden şirketlerin yüzdesi önceki yıla (2012) oranla %6 artarak, %37’ye ulaşmıştır. Bir başka deyişle, dünyanın günümüzde geldiği noktada sürdürülebilirlik artık fazladan maliyet getiren bir yatırım değil, erken davrananın daha çok kazanç ve rekabet avantajı elde edebileceği4bir iş modeli olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla, sadece finansal maliyet hesaplamasından oluşan yaklaşımı artık bir kenara bırakmanın ve sürdürülebilirlik yatırımlarının çevresel faydadan çalışanların motivasyonuna, topluma yönelik değer yaratmadan müşteri ve paydaş ilişkilerine kadar birçok farklı alanı kapsadığını anlamanın zamanıdır.

3. Dünyayı geri dönüşüm kurtarır.

Çevresel performanslar ya da sürdürülebilirlik ile ilgili sözler ortaya atıldığında sıklıkla duyduğumuz terimlerden birisi de geri dönüşüm. Yoğun olarak kullandığımız ürünlerin ambalajları, marketlerde, pazarlarda ürünleri doldurduğumuz plastik poşetler ve fazlası geri dönüşümlü olabilmek için yarışıyor. Ne kadarı gerçekten bu amaca hizmet ediyor bilemiyoruz ancak geri dönüşümün atık hiyerarşisinde en öncelikli seçenek olmadığını ve geri dönüşümden önce atmamız gereken başka adımlar olduğunun farkındayız. Ayrıca, geri dönüşüm için yapılan tüm yatırımlar ve sarf edilen çabaya rağmen, örneğin plastik atıkların mevcut geri dönüştürülme oranının %10’dan daha az olduğunu bilmek konuyu yeniden düşünmemizi kolaylaştırabilir.

İşin aslı, geri dönüşüme daha sıra gelmeden önce gösterilmesi gereken azaltım ve önleme çabalarının önemini fark etmeden, sadece geri dönüşüme odaklanıyor olmamız, büyük resmi de görmemizi engelliyor ve aslında küresel anlamda bütünsel bir dönüşüm yaratmayan/yaratmayacak olan geri dönüşüm tartışması ile sınırlı kalmamıza sebep oluyor. Diğer yandan, plastik oldukça karmaşık bir petrol ürünüyken, eskiden neredeyse tüm piyasada hakim olan ve yeniden kullanılabilen (depozitolu) cam şişeleri ve ürünleri neden terk ettiğimiz sorusunun yanıtını bulmaya çalışırsak, orta sahada top çevirmenin ötesine geçip müsabakanın bu bölümünü kazanmak için fırsatlar yaratabiliriz.

4. Enerji verimliliği, sürdürülebilir toplum olma yolunda çok önemlidir.

Verimlilik, tanımı gereği daha az çaba sarf ederek daha fazlasını üretmek anlamına gelir. Diyelim ki teknolojik bir yenilik buldunuz ve beş birim enerji ve kaynağa ürettiğiniz ürünü üç birim enerji ve kaynak kullanarak üretebilmeye başladınız. Peki, harcamamayı başardığınız bu kaynak ve enerji ile ne yapacaksınız? Genele baktığımızda, firmalar (işin doğası gereği) verimlilik ya da tasarruf gibi çalışmalar sonucunda elde ettiği fazla ile benzer üretim ya da yatırımları yapmaya devam ederler ve toplamda gerçekleşen tüketimi, açığa çıkan salımları ve oluşan kirliliği ve atıkları arttırmaya devam ederler5. Ribaunt Etkisi olarak da tanımlanan bu davranış biçiminin, günümüzde yeşil tüketim ve iklim değişikliği tartışmalarında giderek daha fazla telafuz edilmeye başlandığını söylemek mümkün. Günümüzde durmaksızın artan enerji talebini de göz önünde bulundurursak, sayıları ve yoğunlukları gittikçe artan verimli araçlar ve teknolojilerin, toplamdaki enerji kullanımını azaltmadığının ya da iklim değişikliğine neden olan sera gazı salımlarını engellemekte yetersiz kaldığının su götürmez bir gerçek olduğunu fark edebiliriz. Kısacası verimliliğin, aslında ilginç bir biçimde daha fazla kaynak ve enerji tüketimine yol açtığı için, ele alınırken fazlasıyla dikkat edilmesi gereken bir konu olduğunu göz önünde bulundurmamız son derece önemlidir6.

5. Evlerde yapacağımız su tasarrufu gelecek nesillere yeterli su kaynakları bırakmamızı sağlar.

Basit bir hesap ile başlayalım. Dünya genelindeki ve ülkemizdeki verilere bakıldığında birbirine benzeyen gerçeklerle karşılaşılır: İnsani etkinlikler arasında suyu en çok kullandığımız alan tarımsal sulamadır. WWF’in 2014Su Ayak İzi Raporu’na göre Türkiye’de kullanılan toplam suyun %90’ına yakını tarımsal sulamadan kaynaklanıyor. Geri kalan suyun ise ancak bir bölümü evlerde kullanılıyor. Dolayısıyla evlerde suyu tasarruflu kullanmak günün sonunda önemli olsa da, bizi bu yönde yönlendiren çevre koruma kampanyaları ya da sosyal sorumluluk projeleri aslında konunun odağını kaçırmamıza neden olabiliyor. Su kullanımını azaltmak istiyorsak, tarımsal sulama yatırımlarına öncelik vermeli ve belki de kişisel gıda tüketimimizin azaltılması konusuna daha fazla eğilmeliyiz. Unutmayalım ki, bir kilogram dana eti üretmek için kullanılan suyun küresel ortalaması tam 15,400 litre7. Karşılaştırma yapabilmek için şu veriyi de paylaşalım: 2012 verileri ile ülkemizde yıllık bazda kişi başına düşen temiz su miktarı 1,519 metre küp. Yani tam bir yıl boyunca kişisel olarak kullanabileceğimiz su ile ancak 100 kilogram dana eti üretilebilir. Et tüketiminin lüks olabileceğini düşünenlerdenseniz, bir örnek daha verelim. WWF’in bahsettiğimiz raporuna göre bir dilim ekmeğin soframıza gelmesi için 40 litre suya gereksinim var. Resmi verilere göre Türkiye’de 6 milyon ekmeğin bir günde çöpe atıldığını düşünürseniz, boşa giden suyun hesabını yapmak için yeteri kadar nedeniniz var demektir.

6. Lüzumsuzsa söndürmek olası bir enerji krizine çözüm olacaktır.

Sıkça düşülen tuzaklardan birisi “enerji” sözcüğünün gelişigüzel kullanılmasıdır. Bize ilkokul yıllarından beri söylenegeldiği gibi, enerji tüketilemeyen ve de üretilemeyen bir kaynaktır. Dolayısıyla, tüketemediğimiz bir şeyin krizinin de olması mümkün değildir8. Bunun yanı sıra enerji ile kast ettiğimiz şeyin aslında çoğunlukla elektrik olduğunun altını çizmemiz gerek. Elektrik, enerjinin taşınma yollarından birisidir ve diğer yol olan yakıtlarla taşınmasına kıyasla oldukça düşük bir paya sahiptir (%17)9. Enerji verimliliğinden bahsederken de, ister istemez günlük yaşantımızda sıkça kullandığımız elektrikli ev aletlerinin enerjiyi (yani aslında elektriği) verimli kullanması ile sınırlı kaldığımızı gözlemlemek çok da zor değil. Mevcut enerji verimliliği projelerine ya da teknolojik gelişmelere bir göz attığımızda, üzerine en çok eğildiğimiz konunun evlerde ya da günlük yaşantımızda kullanılan elektrikli cihazlar olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Burada basit bir matematik işlemi yapmaya ne dersiniz? Türkiye’de hanede kullanılan elektrik çeşitli kaynaklara göre yaklaşık %25 civarındadır. Toplam enerjinin de ancak beşte birinin elektrik ile taşındığını (bu oran 1990lı yıllarda Türkiye için 1/10 civarındaydı)10göz önünde bulundurursak, elektrikli ev aletlerinin enerji verimliliğinden bahsederken aslında kendimizi büyük resmin yaklaşık %6’sını konuşurken buluyoruz. Tam bu noktada, %25 daha az enerji (daha doğrusu elektrik) tüketen bir cihaza sahipseniz, toplam enerji bahsinin %1,5’i gibi bir orana indiğimizi görmek için derinlemesine bir matematik bilgisine de gereksinimimiz olmadığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak, şarj aletlerini prizde bırakmamak, televizyonu tam olarak kapatmak, ışıkları lüzumsuzsa söndürmek, ya da bilgisayarı kullanmıyorken kapatmak önemlidir; ancak sadece bu konulara odaklanmak, bizi işin özünden uzaklaştırıp topu taca atmamıza neden olabilir. Eğer enerjinin bir kriz sebebi olacağını düşünüyorsak elektrik üretiminden ve tüketiminden çok, fosil yakıtların yoğun olarak kullanıldığı sektörlere odaklanmanın çok daha kritik olduğunu göz önünde bulundurmamız faydalı olacaktır.

7. Güneş ve rüzgar gibi alternatif teknolojileri yeni geliştikleri için daha maliyetlidir.

İnsanoğlu kömürü yakarak elektrik üretmeye başlayalı yaklaşık 120 yıl oldu. 1700’lü yıllarda keşfedilen küçük ve büyük kömür yatakları, Thomas Edison tarafından icat edilen ve 1882’de faaliyete geçen kömürden elektrik üreten ilk santrale kaynak sağladı ve bugünlere kadar gelişerek geldi. Buna karşılık olarak algımız bize, rüzgâr ve güneşten elektrik üretme konusunda insanoğlunun daha geç harekete geçtiği mesajını veriyor. Oysa İskoç bilim insanı Robert Stirling güneş ısısı ile çalışan bir motor yaptığında takvimler 1816 yılını gösteriyordu. İlk güneş hücresi (solar cell) Charles Fritts tarafından icat edildiğinde ise yıl 1883’tü11; yani Edison’un ilk termik santralından tam bir yıl sonra! Rüzgar ile ilgili gelişmeler de, tahmin edeceğiniz üzere, farklı değil. Bu teknolojinin ilk kullanımı milattan önceki yıllara dayansa da, rüzgârdan elektrik üretimi 19. yüzyılın sonlarına, yani yine kömürden elektriğin üretilmeye başlandığı yıllara denk geliyor12. Ekolojik iktisatçılara kulak verecek olursak, fosil yakıtların yaklaşık 150 yıldır yoğun biçimde kullanılagelmesinin sebebi yanlış fiyatlandırma başta olmak üzere çeşitli nedenlere dayanıyor. Özellikle üretim fazlasının ne yapılacağının bilinemediği zamanların ortaya çıkardığı tüketim toplumu paradigmasının üzerine, o yıllarda serpilmeye başlayan fosil yakıt lobisini de ciddi tetikleyicilerden birisi olarak sayabiliriz.

8. Sürdürülebilirliğin önemli bileşenlerinden birisi artan nüfustur.

Bu önermeye, sürdürülebilirlik ile ilgili katıldığınız herhangi bir etkinlikte ve birçok yayında rastlamışsınızdır. Maalesef konunun uzmanları dahi artan nüfusun, sürdürülebilirliğin önünde bir engel olduğundan bahsediyor ve yedi milyarı aşan nüfusumuzun, sürdürülemezliğimizin ana kaynaklarından birisi olduğunu söylemeye devam ediyor. Yine birçoğumuzun aşina olduğu üzere, yeryüzündeki kaynaklar pratikte eşit olarak dağılmıyor ve çok küçük bir azınlık dünya kaynaklarının büyük bir bölümünün keyfini çıkarmaya devam ediyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler Raporu’na göre, dünya üzerindeki en zengin %20’lik kısım kaynakların %86’sını tüketirken, en fakir %20’lik kısım ise kaynakların yalnızca %1,3’üne erişebiliyor13. Bir diğer deyişle, dünya nüfusunu bugün en fakir %20’den başlayarak azaltsanız (kabaca 1,4 milyar insandan bahsediyoruz), kaynak kullanımında sağlayacağımız kazanım yok denecek kadar (%1,3) az olur. Dolayısıyla çözüm, nüfusun artışı ve artış hızından14ziyade, kaynakların nasıl adil bir biçimde dağıtılacağının yollarını bulmaktan geçiyor.

9. Sürdürülebilir çevre, ekonomi ve toplumsal değerlerin bir denge içinde ele alınmasıdır.

Giriş kısmında bahsettiğimiz kavram karmaşasının yarattığı sonuçlardan bir tanesi de sürdürülebilirliğin üç ana bileşeninin (çevre, ekonomi, toplum) bir denge içerisinde değerlendirilmeye çalışılmasıdır. İlk bakışta iyi niyetli bir çaba olarak görülebilecek ve yaklaşık otuz yıldır geçerliliğini koruyan bu yaklaşımın, aslında dönüşümsel anlamda bir fark yaratmadığını görmek pek de zor değil. Madalyonun bu yüzü bize çevre, toplum ve ekonominin eşit bileşenler olduğu mesajını veriyor ve birbirleri ile olan ilişkilerini görmemizi engelliyor. Aslında bu mesaj evrensel bazı fizik ve biyoloji kanunlarının tam anlaşılmadığı ya da görmezden gelindiğini bize anlatıyor.

Madalyonun diğer tarafına bakacak olursak, ekonominin toplumun altındaki bir araç olduğunu; toplumun da biyosferin, yani çevrenin içinde yer alan bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, vermemiz gereken mesaj bir denge mesajı değil, bir ilişki mesajıdır. Toplumun çevre ile olan ‘karşılıklı’ ilişkisini, ekonominin toplum içerisinde üstlendiği rolü ve toplum ile çevre arasındaki ilişkiyi kavrayamazsak bir otuz yıl daha harcayabiliriz, ki “gezegensel limitler”15açısından öyle bir zamanımızın olmadığını da biliyoruz. Dolayısıyla artık konfor alanlarımızı tehdit etmeyen dengeli mesajları bir kenara bırakmalı ve gittikçe karmaşıklaşan toplumsal ve ekonomik sistemlerin yine karmaşık bir yapı olan doğal sistemler ile olan ilişkisini daha derinden anlamak için kafa yormalıyız.

Sonuç

Sürdürülebilirlik yolunda anlamlı bir değişimin, yukarıda belirtilen yapıların sistemsel bir biçimde ele alınması sonucu hayata geçirilebileceğini düşünüyoruz. Dünyadaki doğal yaşam ne kadar karmaşık ve birbiriyle bağlantılı bir yapıya sahipse, insan ürünü olan organizasyonlar, şirketler, ekonomiler ve toplumlar da o kadar karmaşık bir yapıya sahip. Bu yapı anlaşılmadan ya da en azından bu karmaşıklık kabul edilmeden, birbirinden bağımsız çalışmalar ve çabalarla sürdürülebilir bir toplum yaratma isteği ancak iyi bir dilek olabilir. Dolayısıyla, izole ya da birbirinden ayrı olarak düşünülen çözümler, sorunun altında yatan gerçek ve kökleşmiş sorunu/nedeni iyi anlayamadığımız sürece işe yaramayacak; gerçekleştirilen sürdürülebilirlik çalışmaları ancak vicdanları rahatlatmaya yarayan uğraşlar olarak kalacak.

Kaynaklar ve Açıklamalar

1 Birleşmiş Milletler’in 1987 tarihli Bizim Ortak Geleceğimiz Raporu’ndan alıntılanmıştır.

2 Bu tanım ve daha fazlası için, Flourishing (J. Ehrenfeld ve A.J. Hoffman) isimli kitaba bir göz atabilirsiniz.

3 S360 tarafından yayımlanan Yeşil Badana El Kitabı için: https://s360.com.tr/Contents360/images/dragslider/yesilbadana.pdf

4 Daha fazla bilgi için Bob Willard’ın Yedi Sürdürülebilir İş Modeli’ne bakılabilir.

5 “Ribaunt Etkisi” olarak da bilinen bu teori, endüstri devrimi zamanında yaşamış bir matematikçi ve iktisatçı olan Jevons tarafından bulunmuştur ve Jevons İkilemi olarakda anılır. The Coal Question, Stanley W. Jevons, 1865.

7 The Green, Blue and Grey Water Footprint of Farm Animals and Animal Products https://www.waterfootprint.org/Reports/Report-48-WaterFootprint-AnimalProducts-Vol1.pdf

8 Ayrıca enerji ancak başka formlara dönüştürülmektedir ve bizim yaptığımız ise çeşitli faaliyetler ile enerjiyi kullanılamaz formlara dönüştürmektedir.

9 S. Styring. 2011. Lecture notes on The need for solar fuels – from natural to artificial photosynthesis. Karlskrona

10 İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı. 2011. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı

11 Yeşil İktisat. Robin Hahnel. 2014. BGST Yayınları.

12 Wind Energy Foundation Web Sayfası:

www.windenergyfoundation.org/about-wind-energy/history

13 Flourishing. J. Ehrenfeld ve A.J. Hoffman. 2013. Stanford Business Books

14 Konuyla ilgili farklı görüşler için 2052ve Hans Rosling’in çalışmalarınabakabilirsiniz.

15 Gezegensel Limitler konsepti, StockholmResilience Center tarafından yayımlanmış bir çalışmanın ürünüdür.